
Geçmişle ilgili bir bazı hatıralar, bitkilerin insan sağlığı üzerinedeki etkiler, hangi bitikinin neye yaradığı konuları ile İSLAM i konulardaki araştırmalarımı sizlerle "GÜZEL KÖYÜM BIYIKAYDIN SAĞLIKLI YAŞAM SAYFASI" Başlağı ile aşağıdaki adreste paylaştım. http://saglktabitkilerinyeri.blogspot.com/
30 Mart 2012 Cuma
29 Mart 2012 Perşembe
BIYIKAYDINLILAR NASIL İSTANBULLU OLDUK?

Arslan KOÇ 2012
1960 lı yıllar. Güneşli bir günde öğle saatlerine doğru insanlar yavaş yavaş Cuma namazı için cami avlusunda toplanmaya başlamıştır. Ancak cuma saati iyice yaklaşmasına rağmen İmamın gittiği yerden gelmemesi İnsanları bir telaşa sürüklemiştir. Çünkü köyde Cuma namazını kıldıracak kimse yoktur. Zaten cumayı kıldıracak bir nesil yetiştirmek de son elli yıldan beri bayağı zorlaşmış hatta imkânsız hale gelmiştir. Baskıcı rejimin dindar insanlara verdiği sıkıntı, dinini öğrenmek isteyen insanların üzerindeki baskı ve din eğitimi almanın ve vermenin imkansızlığı ancak cuma günleri imam olmadığı zaman bir de cenaze olduğu zamanlar hatırlanır olmuş diğer zamanlar bu baskılar tamamen sıradanlaşmıştır!... Yeni nesillerin dini öğrenmesi için her hangi bir gayret sarf etme duygusunu insanlar hiç akıl etmez olmuştur. Zaten bu baskıyı koyanlar ve her gecen gün artırarak yarım yüz yıl devam ettirenlerin de amacı bu değil miydi? Toplumun dininden uzaklaştırılması insanları iki yönden cahil bırakmıştır. Büyük bir ahlaki çöküntüye de uğratmıştır. Tevhidi Tedrisat Kanunu ile Arapça okuma yazma tamamen yasaklanmış, bir gün önce okuryazar olan milyonlarca insan bir gün sonra okuma yazma bilmez hale dönüştürülmüştür. Dinin toplum içinde yaşanır durumdan çıkartılması, toplum içinde çeşitli manevi hastalıkların çıkmasına da neden olmuş, insanlarda küskünlükler, düşmanlıklar, çekememezlik, hasetlik, kin tutma, kavmiyetçilik duygusu hortlamış bu kötü marazlar toplum içinde yadırganmaz olmuştu. Cuma için toplanan insanların gündemine Cumayı kimin kıldıracağı çok nadiren de olsa bir vesile ile yine düşmüştü ki, askerden yeni dönen çocukluğunda babasının gayretiyle gizlice abdest ve namaz bilgilerini öğrenen vakit namazlarını kılan, ancak ihtiyaç duyulması halinde Cuma namazını da kıldırabilecek bilgiye sahip olan Aslan’da selam vererek cami avlusuna girer. Yaşlılardan birisi
- İyi Arslan geldi. Cuma namazımızı kıldırsın. Der. Köyün ileri gelenlerinden Kör Hacı
lakabı ile tanınan orta yaşlı adam
- Namaz kılmasını zor beceren birisi bize cumayı nasıl kıldıracak? Diye itiraz eder.
Bu itiraz aslında Arslan’ın Cuma kıldıramamasıyla ilgili olmasından ziyade onun fakir bir aileden olmasına, mülkten dolayı kendilerini daha itibarlı görenlerin önüne geçmesinin istenmemesiyle ilgilidir. Ancak mecburen o hafta Cuma namazını Arslan kıldırır. Tabii bu itiraza askerden yeni gelen, iki çocuk babası ve alinin tek oğlu Arslan çok üzülür. İçinde taşıdığı inandığı ve yaşamaya çalıştığı İslam Dinini öğrenmek, bilmeyenlere öğretmek azmi bu olay üzerine iyice belirginleşir. Ayrıca bu istek aile genetiğinde var olan İslam sevdalılığının uzantısıdır. Üstelik sesi de güzeldir. Hoca olmayı kafasına koyar. Ancak, bu durumu babasına açmaktan imtina eder. Babasının İslam öğretisine vereceği desteğin sonsuz olacağını bilir ama o çileli, hayatı boyunca hiç kolaylık görmemiş hep zorda ve ağır işle yaşamış bir adamdır. Bundan sonraki hayatında bir evlat yetiştirmenin vereceği avantajla biraz rahat olmayı düşünmüştür elbet. Bu düşüncenin ağırlığı ile sıkıntılı günler geçirmeye başlayan genç adam babasının hayattaki zorluklarını ve nasıl bir adam olduğunu gözleri önüne getirir.
Ona şık Osman ya da şeyh Osman derler. Böyle demelerinin sebebi de bir vakit namazını kaçırmaz hem de doğru camiye koşar. Hatta cemaat olma sevabına nail olmak için tarladan bile camiye geldiği olur. Onun hayatında namazı kazaya bırakmak yoktur. Kimsenin en ufak hakkına tecavüz etmeyen, incitmeyen, söz dalaşı, küslüğü, kırgınlığı olmayan bir insandır. Babası o küçük yaştayken Çanakkale de şehit olur. Annesi de amcasının azametinden barınamaz kendi köyüne Karalıya döner. Yani onlar(Osman ve Mehmet) hem öksüz hem yetim kalan iki küçük kardeş, heybetli azametli hak hukuk tanımayan amcasının yanında sığıntı gibi kalırlar. Gidecek başka bir yerleri de yoktur. Amcası görünüşte onlara sahipte çıkmıştır ancak, bütün tarlalarına el koyarak tabii. Evlilik yaşına gelince kendisi gibi ana ve babadan mahrum kalmış Balışeyh köyünden öksüz ve yetim Çevriye ile evlendirilir. Böylece amca kapısında köle sayısı artmıştır. Evlilik sonrası amca konağının sağ tarafında tek katlı bir odalı antresinden hayvanların ahıra geçtiği otuz santimetre karelik camın kerpiç aralarına sıkıştırıldığı hava alma ihtimali sıfır olan bir eve taşınmasına izin verilir. Tabii yeme içmede amca evinden ayrılsa da amca emrinden kurtulamaz. Babadan kalan onca tarlanın onda biri kadar bir hakla ev geçindirmeye başlarlar. Küçük kardeş Mehmet de köyden birisini kaçırarak Kırıkkale göçer. Soyadını değiştirir “Çetin” yapar. Diğeri şık Osman da köyde kalır. Bir meslek edinmek ister. O dönemde köyde yapılacak en iyi iş taş duvar ustalığıdır. Yaşadığı dönemlerde kendi ve cevre köylerde yapılan evlerin hemen hemen hepsinde emeği vardır. Evi tamir isteyen yada yeni ev yapmak isteyen herkes işini iyi yaptığı ve hile karıştırmadığı için onu çağırır. Taşları duvara inci gibi dizer özenir çok da ucuza çalışır. Hatta parası olmayanlardan para istemediği için hayatlarını sefalet içinde geçirmek zorunda kaldığı herkesçe bilinir. Bunca sefalete ve fakirliğe rağmen yoksullara parasız iş yaptığı için köyün akıllıları ona deli Osman da derler. Yani onun bir diğer adı deli Osman’dır. Yani yağız delikanlının anne ve babası çocukluğundan beri hiç rahat yüzü görmemiş ömürleri yoksulluk ve baskı altında geçmiştir. Bu olumsuzluklar sürerken onun tam işe yarayacağı aileye bir nefes aldırması gereken bir dönemde İstanbul’a okumaya gitmek istemesi çokta makul gelmez kendisine. Ama bu isteğinin de önüne geçemediği için ara sıra düşünceye dalar. Bunu fark eden baba oğluna sorar.
- Hayırdır bir derdin mi var evlat? der.
Bu isteğini daha fazla içinde saklayamayan Arslan sonunda babasına açılır. Hayatı boyunca hiçbir insanı, hatta bir hayvanı bile incitmeyen Şeyh Osman oğlunun arzusunu seve seve kabul eder.
Babasından izini koparan ve yola çıkmaya hazırlanan genç adamla birlikte amca zade Arif çavuşun torunu Haydar Koç da gitmek ister. Aynı gün bu yolculuğa 12-13 yaşlarındaki Bekir çavuşlardan kayın birader Hikmet Kaplan ın oğlu Zekeriya da dahil olur. Kırıkkale’ de amca Mehmet Çetin’e veda için uğradığında amca bir adres olmadan bilinmedik bir şehre gitmenin doğru olmayacağını düşünür ve yeğene bu konuda yardım için o yıllarda Kırıkkale’de Alasakal lakabı ile anılan müftüden fikir alır. O da meşhur ilim ve irfan sahibi Kurra hafız Gönenli Mehmet Efendiye bir mektup yazar. Böylece gidilecek yer belirginleşir.
Bu İstanbul sevdasının daha doğrusu macerasının gelecekte o civar insanlarına ne getireceğinden habersiz bu üç gariban yola düşerler. İstanbul Fatih Edirne Kapı dae Hırkai Şerif camisinde Gönenli Mehmet Efendi’nin desteğiyle Kuran eğitimine başlarlar. Hafızlığa heveslenen Arslan ve Haydar KOÇ ‘a Mehmet Efendi bu yaştan sonra hafızlığın mümkün olmadığını fikrine suskun kalsalar da sözün doğruluğunu çabuk kavrarlar ve ancak belirli ezber ve ilmihal bilgisini aldıktan sonra birkaç ay İstanbul da kalabilirler. Çünkü hem evlidirler hem de çocukları onları bekler.

Zekeriya Kaplan ise, köyünde kendisini bekleyen bir gelecek tutunacak bir dalı bile olmadığından dönemeyecektir. Çünkü aile oldukça kalabalık bir o kadar da fakirdir. Onun geleceği İstanbul’da olmalıdır. Durumun bilinci ile İmam Hatip Lisesine kayıt yaptırır. O dönemlerde İmam Hatip Liseleri yedi yıldır. Orta ve lise birlikte okunmaktadır. Yakın çevresinden en ufak bir burs alma ihtimali olmayan bu genç diğer iki yetişkin insanın durumundan daha da zor durumdadır. Ancak, bütün bunlardan yılmaz cesareti ve atılganlığı insan ilişkilerindeki başarısı sayesinden ayakta kalır. O büyük şehrin olumsuz ikliminden etkilenmeden Liseyi bitirir. Memleketine izne geldiği her zamanda yeni nesillere okuma sevdasını aşılamaya çalışır. Öyle bir tohum atar ki bu tohum hem kendi çocuklarında en yakın akraba ve çevresinde okuma sevdasını yerleştirir. Başka insanlara da faydalı olmak için çareler düşünür. Önce kendini kurtaramayan birinin başkalarına faydasının olmayacağı kanaati ile kıt kanaat geçinen ailesini bu durumdan kurtarmak amacıyla önce kardeşi Osman’ı sonra da Kadir’i İstanbul’a taşır.

Kadir ve Osman KAPLAN
Onlar da mobilyacılık mesleğine verir. Böylece okuma sevdası yanında çevresine bir iş bir meslek öğrenme geleneğini de başlatmış olan genç köyümüzün ilk üniversitelisi olma başarısını da gösterir. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü öğrencisidir artık. Daha kültürlü, dinamik kendine güven duygusu artmış bir genç olarak yeni nesillerle farklı kitapları tanıştırır. Benim ders kitapları dışında ilk tanıdığım kitap Zekeriye Beyin hediyesidir. Yanılmıyorsam bu kitap “ Türkiye’de Çözüntünün Nedenleri” idi. Hem okuma yönünden hem meslek edinme yönünden atılan tohumlar filizlenmeye başlamıştır. Meslek öğrenmek için, Yine fakir bir ailenin çocuğu Yusuf Yüksekdağ, Köyümüzün ilk eğitmeni rahmetli Hacı Mustafa Altuntaş’ın oğlu Haydar Altuntaş Bayram Paşa murat Mahallesinde bir odalı bir eve yerleşirler. Aynı dönemde İbrahim Yüksekdağ ve bu günlerde öğretmenlik yapan Elvan Doğan Kırıkkale Lisesini bitirmiş Üniversite sınavlarına hazırlanmaktadırlar. Hem sınavlara hazırlanmak hem de aile geçimine katkı sağlamak amacıyla Elvan Doğan’da Yusuf ve Haydar’a arkadaş olarak İstanbul’a gider. Köyümüz insanının eğitiminden bahsederken yukarda da adı geçen rahmetli Haclı Mustafa Altuntaş’ı anmadan geçmek büyük haksızlık olacaktır. Eğitim öğretim alanında belki diploması bile olmayan Hacı Mustafa Altıntaş köyün eğitmeni idi. Yani devlet memuru olarak köyümüz okulunun ve çevresinin yapılmasına katkı vermiş, o dönem çocuklarını uzun yıllar okutmuş ilkokul üçüncü sınıfa kadar eğitim almalarını sağlamış bir insandır. O jenerasyon insanlarına olduğu gibi bende de büyük emeği vardır. Rahmetli, eski dayak geleneğini zaman zaman dersine çalışmayanlara ve yaramazlık yapanlara karşı kullanırdı.
Konumuza dönersek Bu yolculuğa yani İstanbul Sevdasına 1975 Haziranda Üniversite sınavına giren ve sonucu beklemeden hayatı tanımak isteyen Arslan Hocanın oğlu Hüseyin Koç’ta katılır. Elvan Doğan ve Hüseyin Koç ekim ayında üniversite okumak üzere Ankara’ya dönerken, İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nu okumak üzere İbrahim Yüksekdağ İstanbul’un yolunu tutar.

Daha sonra Haydar Kaplan ve Tahsin’de aynı yola revan olurlar. Tahsin Yüksekdağ’ın İstanbul’a gelişi bir başka miladı başlatmıştır. Yusuf ve Tahsin Yüksekdağ ile Osman ve Kadir Kaplan kardeşler, ortak olarak büro mobilyası üretmek üzere bir iş yeri acarak çalışmaya başlarlar. Artık köyden gelenlerde müteşebbis olma ruhu da gelişmeye başlamış, topluma daha büyük oranda iş ve hizmet üretme cesaret ve azmi canlanmıştır. Mesleği öğrenen Haydar Kaplan kardeşi Ahmet Kaplan’ı da yanına alarak imalat yeri açmıştır. Böylece köyden şehre bir yorgan ile işçi yada çırak olmaya yönelik başlayan göç, artık patron olma, daha fazla para kazanma statüsüne dönüşmeye başlamıştır. Yeni iş yeri kurma sürecinde yine çırak olmaya namzet Yusuf Kaplan Davut Badem’i de İstanbul’da görüyoruz. Sonraki süreçte , bu göç hız kazanmaya başlar. Mesleği öğrenenlerin bir kısmı bir iş yeri açmaya devam ederler ve kendi iş yerlerinde yakınlarını çalıştırmak üzere köydeki gençleri İstanbul’a yöneltirler. Böylece o süreçte genç neslin göç yolu belirginleşmiş, bir önce gidenler farklı köy ve yöredeki yakın akraba çocuklarını İstanbul’a getirmeye başlarlar. Her gurbetçinin farklı alanlarda bir meslek sahibi olması bazılarının bir araba ve güzel giyimle memleketine ziyaret için dönmeleri etraf köylülerin de başını döndürüp bir heyecan uyandırır. Bu göç öyle bir hal alır ki Bıyıkaydın Selamlı Battal obası, Ulaklı, Ayli, Kulaksız, Beş bıçak, Dere düzü ve diğer çevre köylerdeki gençler İstanbullu olur. Yüzlerce aile bu göçten ekmek yer. Bugünkü İstanbul’daki yeni neslin çoğu Bıyıkaydın ve cevre köylerden den İstanbul’a göçün nasıl başladığını bilmezler. Belki merak bile etmemişlerdir. Ama bu güzel adeti faydalı hizmeti başlatan insanlardan Allah razı olsun.
Bu göçün olumlu ve olumsuz yönleri sosyolojik olarak sanırım incelenmemiştir. Ancak uzun yıllar bunu takip edenlerin ifadesi birçok aile için iş imkânı acısından çok iyi olmuşsa da, köyden şehre yapılan ani bir göçün, şehir hayatını hiç bilmeyen bazı insanlarda yeterli uyumun sağlanamadığı yer yer uyumsuzluğun yaşandığı belirtilmektedir. Yani İstanbul’un büyük bir köy olmasına katkı sağladığı şeklinde izah edilebilir. Sanırım onların çocuklarında bu olumsuzluk yaşanmamıştır.
Görülüyor ki, doğru bir başlangıç ya da toprağa atılan bir iki çekirdek iyi yönlendirildiği takdirde dallar nasıl meyveye durmaktadır. Bu gelişmede öncü olanların nasıl hayra vesile olduğu bu sürecin sonraki zamanlarında görülmüştür.. Neslimizi toprağımız insanını daha iyi yerlere taşıyan herkes elbet bir hayra vesile olmuştur. Bu bilinsin ya da bilinmesin bunun fazla bir önemi yoktur. Ancak, birçok alanda başarı gösteren insanların topluma hayırları ancak öldükten sonra anılmakta kıymeti o zaman anlaşılmaktadır. Bununla birlikte sevdiğimiz insanlara sevgimizi yaşadıkları dönemlerde yüzlerine bir türlü ifade edemeyiz. Zamana bırakırız bazen de gereksiz görürüz. Onlar göçüp gittikten sonra bu bizim içimize dert olur. “Keşke onu ne kadar sevdiğimizi söyleseydik” deriz. Fakat bunun bir anlamı olmaz tabii. İş işten geçmiştir. Ben de bu pişmancılığı yaşamamak için kendi toprağımız insanlarına hizmeti dokunan ancak baktığımız zaman sıradan insanlar gibi görünen söz konusu miladı başlatan değerleri yâd etmek istedim. Çünkü yakinen biliyorum ki bu insanlar gurbete geldiği dönemlerdeki hayat şartları çok zordu. Zorluk içinde bu günlere geldiler. Kullanım alanı 9-10 metre olan tek oda ve evin dışında yer alan aynı zamanda banyo olarak kullanılan bir tuvaletten oluşan, nemli havasız bodrum kattaki evlerde hayatlarını sürdürdüler. Bakımsız bu evlerdeki tahtakurularının yeni gelenlere hoş geldin merasimi hiç dayanılacak, unutulacak gibi değil!.
Mutfak kültürü yani yedikleri yemek çeşidine gelince ; patates, makarna, menemen ve bulgur pilavı!. Bunu bulmak bile çoğu zaman imkânsız.
Bugün ki İstanbullu Bıyık aydınlıların hayatları, babaları ile kıyas götürmeyecek şekilde kolay. 70 li yılların çıraklarının şartlarını akıl etmeli ve daha başarılı olmalılar elbet. Hayatı hep yaşadıkları standartta düşünmemeliler.
Hiç kimse kendiliğinden kolay şartlar içinde olmuyor. Her başarının ardında adsız kahramanlar olduğunu çoğu zaman fark etmiyoruz bile. Zamanı geçirmeden şükran duyduğumuz insanlara şükranlarımızı sunmakla ne kaybederiz?.......
Hüseyin KOÇ-ANKARA
Aziz Dostlar Sevgili Hemşerilerim, Kırıkkale'liler Bıyıkaydınlılar
Sizlerle şiirlerimi ve Bazı konulardaki araştırmalarımı paylaşmak isterim.
şiirlerimin yayınlandığı sanal ortama " Hayata Bir Başka Sesleniş" ile
Bazı araştırma metinlerinin yayınladığı sanal ortama da " Ehlibeytin Sahabeye Bakışı" başlığında ulaşabilirsiniz. İlginize teşekkür ederim.
hseyinktrk7@gmail.com
şiirlerimin yayınlandığı sanal ortama " Hayata Bir Başka Sesleniş" ile
Bazı araştırma metinlerinin yayınladığı sanal ortama da " Ehlibeytin Sahabeye Bakışı" başlığında ulaşabilirsiniz. İlginize teşekkür ederim.
hseyinktrk7@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)